Şehrim, yuvam ve büyüdükçe içselleştirdiğim şehrim Ankara’mla daha çok kurmamı sağlayan bir festivale sizi ışınlıyorum bu kez de…

36. kez bu yıl gerçekleştirilen Ankara Film Festivali, evimde hissettiğim çok özel bir organizasyon. Tamı tamına 10. kez bir gazeteci olarak takip ettiğim Ankara Film Festivali; hem bir ‘film festivali nedir’ sorusunu keşfettiğim bir festival olmasından dolayı benim için özel. 10. kez bu festivali kesintisiz takip edebildiğim için şanslıyım.

Festivalin Kızılay Büyülü Fener Sineması ‘nda yapılıyor olması beni çok mutlu ediyor. Hem şehrin göbeğinde olması hem de kapısının sokağa açılıyor olması huzur dolduruyor. Sinemanın üç salonunda da gösterimler yapılıyor ve neredeyse her seans dopdolu oluyor. Art arda filmleri izlediğimiz, söyleşilere katıldığımız dolu dolu bir festival tamamladık. Bu yıl kısa film ve belgesel de takip edebildim, o açıdan güzel bir seçki yapmış oldum kendime.

Ankara Film Festivali daha çok desteklenmeli

Festivalin her yıl yapılabilmesi ve devam etmesi çok değerli. Ankara’nın marka değerini yükselten bir festival olduğu için, daha çok destekçinin yer alması ve daha büyük kitlelere ulaşması da çok önemli. Mesela Ankara’nın simgesi Atakule’nin markaları tarafından desteklenmesi, sinema civarındaki cafelerin festivalin varlığını bilip desteklemesi ve konukları ağırlaması önemli. Ama daha büyük yerlere neden ulaşamasın? Biliyorsunuz ki organizasyonlar, günler ve yıllar geçtikçe ekonomik anlamda daha da zor bir yükün altına giriyor. O nedenle festivalde Ankara’nın önde gelen iş dünyasından insanların ve bir çok sektör temsilcisinin desteklemesiyle çok daha ses getirici ve tüm şehirde yankılanıcı bir organizasyon halinde olması çok daha güzel bir gelişmeye vesile olur.

Hangi filmleri izledim?

Ulusal Yarışma’da diğer festivallerde takip edemediğim Atlet ve Aldığımız Nefes’i izleme şansı buldum.

Çaresizlik, gelecek kaygısı ve zaten zorluklarla geçen bir hayatın üstesinden gelmeye çalışan 4 çocuklu bir babanın hayatını resmeden “Aldığımız Nefes”, başarılı bir sinematografiyle karşımıza çıkıyor. Kimi zaman hikayeyi 10 yakındaki Esma'nın gözünden görmek de filme güzel bir hava katarken, çocuk oyuncuların neşeli ve gerçekçi hisleri filmi baya renkli kılıyor. Yalnızca bazı sahnelerin fazlalığı, filmi biraz fazla uzatıyor. Bu da bir noktada izleyeni yoruyor. Oysa ki geneli itibariyle mesajını güzel de veriyor hikaye... Oyunculuklar çok başarılı, özellikle çocuk oyunculuğu izleme açısndan çok keyif verici, çocuk oyuncu eğitimi için mutlaka bakılmalı özellikle filme...

Spor dünyasında ayakta durmaya çalışan bir kadını odağına alan Atlet, sinemaya yenilikçi bir dil katarken, çekim tekniği ve güçlü senaryosuyla dikkat çekiyor. Görüntü yönetimine ve sinema diline hayran kaldım. Özellikle spor hikayesi yönü ve büyüme hikayesi bütünüyle beraber özgün ve samimi bir yan veriyor izleyene Spor hikayesi anlatan filmlerin olması önemli, özellikle bağımsız sinema dili ve daha içsel bir yolculukla sunulması gerek hikayelere ihtiyacımız olduğunu yeniden hatırlatıyor film. Filmin cast başarısını da görmezden gelmemek lazım, özellikle başroldeki Sevda Baş çok güçlü bir performans sergiliyor. Ayrıca Tarhan Karagöz de hoca olarak filme değer katıyor.

Belgesel yarışması seçkisinde yer alan ve ‘En İyi Belgesel’ ödülünü alan “Kardeş Türküler İle 30 Yıl” Çayan Demirel ve Ayşe Çetinbaş yönetmenliğinde izleyenlerle buluştu. İzlerken sarsıldığım ve çok etkilendiğim bir belgeselle buluştuğumu belirtmem gerek. Hem Kardeş Türküler’in hem de Türkiye’nin 30 yıllık yakın tarih geçmişine yolculuk yapıyoruz bu belgeselle. Kardeş Türküler ideolojisini anlamak adına çok güzel detaylara dokunan bir senaryoya sahip. Etnik müzikleri, farklı müzik türlerini, kültürleri, sanatçıları ve dilleri bir araya getirerek aslında müziğin nasıl evrensel bir sanat olduğunu sinema diliyle anlatan efsane bir müzik ve tarih belgeseli izliyoruz. Pandemi, deprem, Boğaziçi direnişi, Gar ve Suruç katliamı gibi toplumsal meseleleri de içine alarak yakın geçmişi de harmanlayan yönü çok başarılı bir dille ele alınmış.

İzlediğim bir diğer belgesel ise, Ragıp Taranç ve Gülten Taranç yönetmenliğinde karşımıza çıkan “Dedemin Evi” oldu. Dede torun hikayesini, yakın tarihin önemli detaylarıyla beraber içsel bir yolculukla sunan belgesel, duygusal anlamda etkileyici bir dille karşımıza çıkıyor. Anlatım bütünlüğüne sahip ve bir belgesel senaryosu olarak güzel bir akışa sahip. İzmir’den Yunanistan ve Bulgaristan’a doğru; hem duygularla hem de kökleri aramaya doğru giden samimi bir yolculuk izlemek bana çok iyi geldi. Mübadelenin en çetin zamanlarından detayları da içine alan belgesel, özellikle izleri torunun araması hikayesiyle samimiyet duygusunu da taşıyor. Buğçe’nin dedeleriyle kurduğu bağı çok sevdim, yer yer kendi dedelerimi hatırladım.

İnce ve naif duygulara bir şairin çaresizliklerle ve şanssızlıklarla dolu hikayesini sunan Bir Şair, hayal kırıklıkları üzerine senfonik bir yolculuk sunuyor. Absürtlüklerle dolu inişli çıkışlı senaryosunda kaybolduğum ve Super 16mm’lik nostaljik görüntü diline hayran olduğum şairin yaşadıklarından etkilenmemek elde değil. Ubeimar Rios’un mükemmel performansına hayran oldum, izlerken sarsılıyorsunuz!

Kimlik arayışı, benliğini bulma ve duyguların öznelliği üzerine çok samimi ve iç titretici bir filmdi Küçük Amelie … Daha ilk yaşlarda bir çocuk gözünden; aile, arkadaşlık, hayat, ölüm, bağlanma ve sınırlar üzerine bir düşünme ve terapi gibi bir seans sunuyor film. Animasyon olması filme daha da tatlı bir değer katmış. Savaş ve yemeği beraber harmanlayarak anlattığı sahneyi aşırı sevdim bu arada ve bir çocuk gözünden bu kadar ciddi meseleleri; hem sert olmadan hem de gerçeği aratmayan cinsten anlatması çok dahiyaneydi, fazlaca etkisinde kaldım filmin…

Film içinde film izlemeyi çok seviyorum ve Gavagai de Medea’nın antik tragedya halinin günümüzün zorlu dünyasıyla bir araya getirerek başka bir hikaye sunuyor. Film içinde doğan aşk ve tutku üzerine, ‘afrikalı’ kimliğin getirdiği bunalım ve toplum baskısı çok iyi anlatılıyor filmde. Sadece bazı sahneler gereksiz uzuyor, ‘neden var’ diye sorgulanacak ve filmle bütünlüğü olmayan sahneleri oldukça fazla… Ayrıca Maren Eggert’in oyunculuğuna bayıldım…

“Normal Olmanın Yolları ve Öteki Dünyanın Garipliği”, 26 yaşındaki bipolar diyebileceğimiz bir kadına odaklanırken; hikayeden hikayeye ve olaydan olaya sürükleniyoruz. Sınırları zorlayıcı ve bir o kadar anlamakta zorlandığım bir filmdi. Yaşadığın hayal kırıklıkları taşar ve canavarca hisle çığlık atmak istersin. İşte öyle duygular hissettiğin, yer yer beğendiğim ama yer yer nefret ettiğim bir film izledim… Ayrıca başrol oyuncu Luisa-Céline Gaffron çok başarılıydı.