ABONE OL
Cumhuriyet Gazetesi, bugünkü sayısında
24 Ocak 1993'de Ankara'daki evinin önünde arabasına yerleştirilen bombanın patlaması sonucu hayatını kaybeden yazarı
Uğur Mumcu için özel yazı dizileri hazırladı.
Türk medyası için önemli bir gazeteci olan ve gazetecilik geçmişi başarılarla dolu olan
Uğur Mumcu, 8 Ocak 1993 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki Ültimatom başlıklı yazısında; yakında yayınlayacağı kitabında istihbarat örgütleri ile Kürt milliyetçileri arasındaki bağlantıları açıklayacağını yazmıştı. Kardeşi İşçi Partisi Genel Başkan Yardımcısı Ceyhan Mumcu, cinayetten önce Uğur Mumcu'nun İsrail elçisiyle görüşme yaptığını basına gönderdiği açıklamada yazmıştı. Mumcu, 24 Ocak 1993 tarihinde uğradığı bombalı saldırı sonucu hayatını kaybetmeden önce polis-mafya-siyaset ağının derin boyutlarını araştırmaktaydı. Öldürülme sebebi olarak Abdullah Öcalan'ın bir müddet Millî İstihbarat Teşkilatı için çalıştığını araştırması iddiaları konuşulmuştu.
Cumhuriyet Gazetesi bugünkü manşetinde de
Uğur Mumcu'ya yer verdi....
Cumhuriyet Gazetesi yazarlarından
Mustafa Balbay da
, Uğur Mumcu'nun ölüm yıl dönümü nedeniyle bir yazı dizisi hazırladı. Balbay, hazırladığı yazı dizisinde Uğur Mumcu'nun çocukluk arkadaşı olan Sözcü Gazetesi Emin Çölaşan ve sanatçı Selda Bağcan'la Türk medyasının unutulmaz ismini konuştu...
Mustafa Balbay'ın hazırladığı röportajlar şu şekilde:
Emin Çölaşan’la Sözcü gazetesindeki odasında, masada Uğur Mumcu ile birlikte çekilmiş fotoğraflar arasında konuştuk...
- Uğur Mumcu’yla Bahçelievler’de aynı mahallenin çocuklarısınız... Çocukluktan başlayalım...
O zaman Bahçelievler, iki katlı, tek katlı evlerin olduğu, tenha sessiz, insanların bisikletle gezdiği, hemen hemen herkesin birbirini tanıdığı bir yer... Biz de Uğur, onun Deneme Lisesi’nden ekibi, özellikle hafta sonu Pazar durağında toplanırdık. Gırgır şamata, ciddi konular her şeyi konuşurduk... Arkadaşların bazıları İnönü’yü severdi, bazıları Menderes’i severdi. Ama Uğur hep öndeydi. Onu gayet iyi biliyorum. O hep İnönücüydü. Sürekli İnönü’yü savunurdu.
- Savunma derken nasıldı? Düşündüğünü kabul ettirmek mi, tartışmak mı?
Düşündüğünü kabul ettirme çabası öndeydi. Ne düşünürse sağlam temellere dayardı. Daha o yaşta farklı bir duruşu vardı. Düşündüğünü rastgele bir fikir olarak ortaya atmazdı. Bir de anlatım şekli vardı ki Allah vergisi. Etkilerdi karşısındakini...
- Hukuk Fakültesi’ndeki münazaralar Uğur Mumcu’yu daha da ustalaştırmış görünüyor değil mi?
Uğur bir kere ağzı çok iyi laf yapan bir insandı. İkincisi mizah yapardı. Müthiş espri gücü vardı. Lafı her fırsatta gediğine koyardı. Uğur yavaş yavaş televizyona çıkıp karşısına getirilen adamları gagalamaya başladı. Zamanla bilincini hızla yükseltti. Daha yolun başında tam bir önderdi. Söz söyleme, yazı yazma ustasıydı...
- Mizah gücünden söz ettiniz. Aklınızda kalan espriler var mı?
Çok vardı ama, aklımda değil. Çok gülerdik... Mizahı çok kaliteli yapardı. Lafı gediğine oturturdu. Televizyon programlarında, yazılarında kullanırdı. Çok da rağbet görürdü. Sonra Uğur kavramlar getirirdi. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak gibi...
- Liboş da var...
Evet, benim bildiğim ilk Uğur kullandı o lafı.
- Gerçeği yazma konusunda hiç sansürü yoktu. Tanıdığı ya da meslektaşı bile olsa. Bu konuda sizin söyleyecekleriniz neler?
Uğur meslektaşlarına iyi geçirirdi. Yanlış gördüğünü affetmezdi. Mehmet Ali Birand, Mehmet Barlas hakkında Uğur da ben de açıkça yazdık...
- 1990’lı yıllardaki aydın kıyımı 31 Ocak 1990’da Prof. Muammer Aksoy’la başladı. Uğur Mumcu, Prof. Aksoy’u çok severdi. Cenazesinde fotoğrafını o taşıdı. Siz de Prof. Aksoy’la son görüşmeyi yapan kişisiniz... Acı bir bileşke...
O katledilen aydınların hiçbirinin faili bulunmadı.
- Sadece birkaç tetikçi yakalandı...
Ben onların bile tetikçi olduğundan emin değilim. Uğur’un katilleri bulunamadı... Uğur’u, Muammer Aksoy’u, Çetin Emeç’i niye öldürdüler? Faili meçhul bir durum... Bu kıyımlar bir sürü dengeleri altüst etti.
- Prof. Aksoy’la son görüşmenizi anlatır mısınız?
Bir gün telefon açtı. Emin Bey “Anlatmak istediklerim var” dedi. Gazeteye geldiler. Hoca Atatürkçü Düşünce Derneği’ni nasıl, hangi koşullarda kurduklarını anlattı. O gün 31 Ocak’ta öğle saatlerinde görüşmemiz bitti. Akşam haber geldi...
- Aksoy’un o gün anlattıklarını kısaca özetler misiniz? 1990’lı yıllarda öldürülen aydınların tümünün ortak özellikleri vardı...
Atatürkçü, laik, Cumhuriyetten yana, hepsi aynı çizginin insanları... Şimdi öldürülen aydınlar dedin, kimler geçti gözümün önünden; Abdi İpekçi, Çetin Emeç, Bedrettin Cömert,Cavit Orhan Tütengil, Bahriye Üçok, Necip Hablemitoğlu, Ahmet Taner Kışlalı... İnsan sayarken hüzünleniyor. Bu insanların her biri koca bir kütüphane...
- Bugünkü çoraklaşmada o kıyımların payı var...
Böyle bir hedef de olabilir. Ama her şey örtülü kaldı.
- Bugün böyle bir gazetecilik ortamı var mı, kaldı mı?
Çok kötü görüyorum. O gün daha ciddi yapılan bir gazetecilik görüyordum. Açıkça itiraf etmek gerekirse bizim yazdıklarımızın da bir ağırlığı vardı. Şimdi o büyük ölçüde bilinçli olarak yok edildi. İktidar medyası şişirildi, pohpohlandı. Medya piyasası onların egemenliğine girdi.
- Vurguladığınız gibi gazetecilerin ağırlığı hükümetlerin kurulmasını etkileyecek kadar vardı. Sizin de Mumcu ile bu yönde bir anınız var...
1991 yılı, ANAP’ın iktidardan gitme olasılığı belirmiş... DYP ile SHP 450 milletvekilinden 266’sını kazanmış. Koalisyon yaparlarsa Türkiye’de bir normalleşme olacak. Zaten ANAP da tek başına hükümet kurma gücünü yitirmiş... Uğur’la durumu değerlendirdik... DYP’nin başında Demirel, SHP’nin başında Erdal İnönü var. Dedik ki, “Biz bu düşman kardeşlerin bir araya gelmesini sağlayalım...” DYP’nin ikinci adamı Hüsamettin Cindoruk benim halamın oğlu. SHP’nin ikinci adamı Hikmet Çetin de ağabeyimiz. Önce ayrı ayrı zemin yokladık. Birbirlerine karşı hava nasıl diye. Baktık ki olumlu bir hava var. Cindoruk’la Çetin’i bizim evde buluşturmaya karar verdik. Onlar eşleriyle biz eşler hep beraber buluştuk. Uğur’la ikimiz Cindoruk’la Çetin’i bir köşeye çektik. Birkaç saat süren bir seans oldu. Sonuç olumluydu. Bizim evden öyle ayrıldılar. Ertesi gün liderleriyle konuştular. Onlardan da olumlu yanıt gelince, o tarihi koalisyon kurulmuş oldu.
- Bugün Uğur Mumcu nasıl gazetecilik yapardı?
Aynı çizgide olurdu. Asla asla sapmazdı. Biz nasıl sapmadıysak Uğur da sapmadı. Temeli Atatürkçülük, laiklik, artı hırsızlığa, yolsuzluğa karşı çıkmak...
- Aradan uzun yıllar geçtiği için Uğur Mumcu’nun kimi haber kaynakları daha açık konuşuyorlar. Çok güçlü haber kaynakları olduğunu görüyoruz.
Haber kaynakları çok sağlamdı. Bir de o dönem bize ahaliden de gelirdi. Ahali bu kadar sessiz ve ürkek, korkak değildi. Şimdi doğruları konuşmak cesaret ister oldu. Medya çöktü, insanlar sessizliğe büründü.
Mumcu’nun teknoloji tutkusu yüksekti...
Benim bildiğim bilgisayar kullanan ilk gazeteci. Teknolojiyle arası tahmin ediyorum iyiydi. Benim hiç iyi olmadığı için tahmin ediyorum, dedim... İşte fotoğraf (birlikte fotoğraflarını göstererek) 80’li yıllar, bilgisayar var...
YAZI DİZİSİNİN DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ!
ASİSTANKEN YAZDIĞI MAKALEYİ YAYINLADI!
Cumhuriyet Gazetesi'nin yazarı
Işık Kansu da, bugünkü köşesinde Uğur Mumcu'nun 1969 yılında Ankara Hukuk Fakültesi’nde asistanlık yaptığı dönemde fakülte dergisinde yayımlanan “Türkiye’nin Yapısal Özellikleri ve Anayasal Düzeni” adlı makalesini yayınladı.
Makaleden bazı bölümler ise şu şekilde:
TÜRKİYE’NİN YAPISAL ÖZELLİKLERİ VE ANAYASAL DÜZENİ!
UĞUR MUMCU
GİRİŞ :
Türkiye Cumhuriyeti, Kurtuluş Savaşı sonrası kurulmuş, ilke ve amaçları bu savaşla saptanmıştır. Bu nedenle yeni kurulan Türk devletinin kendisinden önceki Osmanlı Devleti ile bir ilgi ve benzerliği yoktur.
Ancak, devletin ilke ve yapısı için doğru olan bu gerçek, toplumsal yapı için söz konusu değildir. Osmanlı İmparatorluğu gibi, genç Türkiye Cumhuriyeti de Anadolu dediğimiz yarımadada kurulmuştur. Anadolu’nun toplumsal özellikleri, her iki devleti de etkilemiş ve bu devletlerin siyasal yaşantılarına damgasını vurmuştur. Siyasal yapının araştırılması için bu yapı ile toplumsal düzenlerin ilişkisini incelemek gerekmektedir. Bundan sonradır ki, soyut öğreti ve kuramları yerle yerine oturtabilelim ve siyasal düzeni alt yapı ilişkileri yönünden niteleyebilelim.
Bu araştırma, öncelikle çok yönlü bir incelemeyi gerektirir. Ancak bilimsel incelemelerin yapılmadığı, bilim adına “somut”un değil sadece “soyut” kuralların egemen olduğu bir “laboratuvar” da yapılacak bütün araştırmaların eksik olacağı ve bilimsel kanıtlar yanında bir parça “sezgi”ye dayanacağı da bir gerçektir. Ancak soyut kuralları, kuramları ve siyasal yargıları, toplumsal yapı özellikleri ile karşılaştırmak ve de soyut kuram ve kuralları gerçeklerin sınavından geçirmek tek bilimsel yoldur. Bizde bu küçük incelememizde “gerçek”ten “kural ve kuram”a doğru giderek bir deneme yapmaya çalışacağız.
ASYA TİPİ ÜRETİM BİÇİMİ :
Doğu toplumlarının Batı toplumlarından ayrı özellikler taşıdıklarını ileri süren Batılı yazarlar, öncelikle Doğu toplumlarında özel mülkiyet yerine miri arazi düzeninin bulunuşunu “doğu cennetinin anahtarı” olarak nitelemişlerdir. Toprağın özel kişilerin değil, devletin ya da köyün ortaklaşa mülkiyetinde olması, Doğu toplumlarına kendilerine özgü nitelikler vermektedir. Doğu sorunu ile ilgilenen Kari Marx ve Engels gibi düşünürler, iklim ve bölgesel koşullar ve özellikle toprağın kanal ve su yolları ile sulanmasından, bu gibi kamu görevlerinin ancak merkeziyetçi yönetimlerce yapıldığı sonucunu çıkarmaktadırlar. Devletin sadece sulama değil, toplumun tüm hizmetlerini üzerine alması, toprak mülkiyetine de sahip olmasını gerektirmektedir.
Çıplak mülkiyeti devletin olan bu toprağın işleme ve yararlanma hakkı, özel kişilerin ya da toplulukların elindedir. Elde edilen ürünlerin bir kısmı ailenin yoğaltımında (tüketim) kullanılır. Geri kalan ürünler devletindir. Devlet yaptığı hizmetler karşılığı bu artık-ürüne el koyar. “Asya Tipi Üretim Tarzı”na (ATÜT) dayalı devlet, “topluluklar arasındaki savaşı ortadan kaldırmakta ve topluluk için gerekli kamu işlerini yürütmektedir.”
Ancak devlet, el koyduğu bu değerle uyumlu olarak kamu hizmetini yürütmemektedir. Yani, artık ürün tümü ile kamu hizmetlerine ayrılmamaktadır; devlet-üretici ilişkisi “genel sömürme” biçimindedir.
Köylünün ürettikleri çeşitli yollarla devletin eline geçer. Devlet eline geçirdiği bu artık ürünü, merkeziyetçi bir devlet yönetiminin koşullarına göre harcar. Devletin siyasal örgütü bu ekonomik ilişkiyi yansıtır. Devlet, üretici ile ilişkisinde kendi hiyerarşisine bağlı asker-memurları kullanır. Üretici devleti bu asker-memurlar temsil ederler. Devletin çıplak mülkiyetine sahip olduğu bu topraklar :
1- Arazi-i Miriye-i Sırfa (Tüm gelirinin hazineye ayrıldığı topraklar)
2- Arazi-i Müriye-i Mefkufe (geliri ya da tasarrufu ya da hem geliri hem tasarrufu belli konulara ayrılan topraklar) olmak üzere ikiye ayrılır.
Askeri otoriteye bağlı Osmanlı Devleti’nde, toprağın yönetimi bazı koşullarla belli kişilerin ellerine verilirdi. Devletin miri araziden “muayyen bir kısmın yıllık gelirinin tamamını veya bir kısmını, belli hizmetler mukabilinde bir şahsa tevcih etmesine” dirlik ya da tımar denirdi. Bu topraklar genellikle savaşta yararlık gösteren kumandanlara ve devlet memurlarına verilirdi. Ancak dirlik sahibi, araziyi kendi işleyemediği gibi, sahibi bulunduğu dirliği de bir başkasına devredemezdi. Araziyi reayaya işletmek üzere verir ve elde edilen ürün üzerinde devletin gelirlerini toplardı.
Dirlik sahibi arazinin maliki değildir. Çıplak mülkiyet devletindir. Burada dirlik sahibinin devlet ile ve reayanın dirlik sahibi ile ilişkisi, Batı’daki feodal beyden başkalık gösterir. Batıda senyör, hem toprağın, hem de bu toprağı işleyen serfin sahibidir. Batı feodalitesinde köylülerin içerisinde bulundukları bağımlılık, kullum-kölelik nitelikleri taşıyordu.
Sahibi arz denilen ve asker-memur karışımı yetkilerle donatılmış bu dirlik sahipleri Batı’daki senyörlerle karşılaştırılırsa, senyörlerden az yetkilere sahip oldukları görülür.
Dirlik sahibi vergiyi halktan alır, devlete verir. Devlet, böylece vergiyi bu asker-memurlar eliyle toplamış olur. Merkezi otoriteye bağlı dirlik sahiplerinin devlete karşı boyunları büküktür. Dirlik sahibi, merkezi otorite ile ilişkilerini sürdürebilmek için, merkezin buyruklarına uyar. Doğu-Batı toprak düzenindeki ayrı nitelikler, bu ilişkide kendini gösterir. Batı feodal beyinin kendi mülk ve kişiliğine bağlı egemenliği, Doğu toplumlarında devletin dirlik sahipleri eliyle temsil ettiği egemenlik biçimindedir. Bu ilişki içerisinde asker-memurlar, devlet adına köylünün ürettiği ürüne el koyarlar. Devlet buna karşı topluma hizmet eder. Ancak hizmet az, bu hizmet için el konulan ürün fazladır. Devlet topluma, bu toplumun olanaklarından yararlandığı ölçüde hizmet etmez. Devlete bağlı “kapıkullarını” besleyen, onlara emekçi kitleler ve sınıflar karşısında siyasal ve ekonomik güç veren ilişki budur. Egemen sınıflar, devletin temsilcisidirler. Merkezî siyasal örgütün güçlenmesi ve toprak ilişkilerinin bu nitelikte bir üretim biçimine girmesi ile iki tür ayrıcalıklı grup toplum içerisinde güç sağlıyordu. Bu gruplar: 1 — Hizmet aristokrasisi 2 — Mülk sahipleriydi.
Asya tipi üretim tarzı şeması özetlenirse, üretim biçiminde emek ve toprağın iki ana öğe bulunduğu ve emek sahibinin köylü, reaya olduğu söylenebilir. Köylünün ürettiğine devleti el koyar. Bu iş, devlet adına ve devlet hiyerarşisine bağlı asker-memur kişiler aracılığı ile yapılır. Emek sahibi, toprağın tasarruf hakkına sahip olduğu için özgür, ancak toprağın mülkiyetine sahip olmadığı için “genelleşmiş köledir”
Asya Üretim Tarzı’ndaki bir toplum sınıflı bir toplumdur, “..ödenmeyen artık emeğin üreticilerden çekip alındığı iktisadi şekil.... matbu ile tabi arasındaki ilişkileri tayin eder...”
Bundan dolayı, Asya toplumlarında sınıflar, devleti temsil eden matbu ve üreticileri temsil eden tabi olmak üzere ikiye ayrılır. Yani, devletin siyasal birliğine bağlı ve devletin örgütün içerisinde bulunan asker-memur karışımı niteliğindeki dirlik sahipleri ile çıplak mülkiyeti devletin olan toprağı işleyen reaya, köylü ve emekçi sınıfları oluşturmaktadırlar.
Kısaca özetlediğimiz Asya Tipi Üretim Tarzı görüşlerine cevap verilmekte ve de Osmanlı toplumunda çağın koşullarına uygun olarak ticaret ilişkilerinin var olduğu, köylünün küçük işletmeler aracılığı ile ticaret yaptığı, köylülerin bu işletmelere sipahilerden alınan tapularla sahip olabildikleri ileri sürülmektedir. Asya Tipi Üretim Tarzı görüşlerine katılmayanlar, Anadolu’da “..Asya tipinden farklı ve özel mülkiyete hayli yaklaşmış bir tasarrufun varlığından..” söz etmektedirler.
Ayrıca, İpek yolunun Osmanlı topraklarından geçmesi, hanlar ve kervansarayların bu yollar üzerinde kurulması, Osmanlı toplumunun Asya tipi üretim ile anlatılan çizgilere pek uymadığını anlatmaktadır. XVI. yüzyıl öncesi Türk köylerini “... çağın şartları gereği kapalı üretim hakim olmakla birlikte, ticarette bir hayli açılmışlar ve ticari hayata az çok entegre olmuşlardır…”
Doğan Avcıoğlu Türkiye’nin Düzeni kitabında anlattığına göre “Islam et Capitalisme..” adlı eserin yazarı Redinson, Osmanlı toplumunda bir “Müslüman Ortak Pazarı”ndan söz etmektedir. Kaldı ki Osmanlı toprak düzeni, özel mülkiyet düzenine açılması olanaksız bir engel değildi. Reaya, tapu senedi ile tasarruf edebilmekte, tarımsal işletmeler tasarrufa konu olabilmektedir.
YAZININ DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ!