Yiğit Güralp
Yaratıcı Yapımcı, Yazar

John Wick 3: Köpeği için dünyayı yakan adam geri dönüyor

ABONE OL

Her şey Keanu Reeves 50 yaşına bastığında başladı. Bundan 5 yıl önceydi. 30’lu yaşlarına damgasını vurduğu Matrix serisi sona erdiğinden beri, Reeves 40’lı yaşlarını sürdüğü 10 yıl boyunca hep ortalama sayılan filmlerde oynuyor, artık filmleri değil özel yaşamı ve metroda insanlara yer verişi konuşuluyordu. Hayli zayıf filmlerde rol almasına pek aldırmıyorduk. Tek başına “Matrix” efsanesiyle açıklayamayacağımız biçimde onun bizde farklı bir kredisi vardı. Ailemizin aktörüydü. Ona farklı bir sempati duyuyorduk. Adeta elimizde büyümüştü. 80lerin sonunda Bill ve Ted’in maceralarındaki çocukluk arkadaşımız da oydu, 90ların başında Paul Abdul’un “Rush Rush” videosunda görüp aşık olduğumuz asi araba yarışçısı da oydu. Sonra “Kırılma Noktası”nda bir kadın yönetmenin gözünden Patrick Swayze ile yan yana öyle bir yakışıklılar timi kurdular ki aksiyon sinemasının her zaman şişmiş, yumruk yemiş yüzlere değil, böyle aydınlık ve temiz bir yüze de ihtiyacı olduğu gerçeği net biçimde ortaya kondu. “Speed” bu ihtiyacı perçinledi. “Şeytanın Avukatı” bu yakışıklı adamın Al Pacino gibi bir şeytana bile pabucunu ters giydiren karizmasına bir kez daha aşık olmamızı sağladı. Arada “Kasımda Aşk Başkadır”da Charlize Theron’la ikinci kez buluşan kimyası bizi bir kez daha büyülese de 90lara veda ettiği “Matrix” serisi onu Keanu Reeves’den çok “Neo” olarak anacağımız dönemin kapılarını açtı. 2000ler süper kahramanlardan hemen önce sinemanın “Yüzüklerin Efendisi” ve Matrix serisi ile domine edildiği yıllar oldu. Böyle büyük bir seriler sizi esir alabilir. Adınız hep “Neo” ya da “Frodo” olarak kalabilir. Sonuçta en başta da söz ettiğimiz üzere Reeves; “Matrix”in üzerine düşen gölgesini atabilmek için 10 yıl boyunca sade, gösterişsiz bir hayat ve kariyer sürdü. Sonra bir gün, köpeğinin intikamını alan gizemli bir adam rolü, Keanu Reeves için usta bir terzi tarafından dikilmiş bir ceket misali üzerine çok iyi oturdu. Ve son 5 yıldır Reeves artık “Neo” değil. O artık “John Wick” ve Matrix’de etrafını saran ajan ordusundan çok daha fazla kötü adamı hakladığı bu seriyle sinemalarda arzı endam ediyor. “John Wick”; senarist Derek Kolstad tarafından doğru zamanda doğru yerde yaratılmış bir intikam hikayesi. Dünyada adalet olgusunun işlevselliğinin tartışılır hale geldiği dönemlerde, adaleti kendisi sağlayan karakterlerin, güncel tabirle “yargı dağıttığı” filmler toplumun deşarj olmasını sağlar. Bu kulvarda Tony Scott ve Denzel Washington iş birliğiyle hayata geçen “Man On Fire” öncü filmlerden olmuştu. Sonra Denzel Washington bir başka yönetmen ile “Equalizer” serisine geçerek bu türün halen diri bir seyirci kitlesi olduğunu ispatladı. 70lerde Clint Eastwood’lu Dirty Harry karakteri ya da Charles Bronson filmleriyle yükselişe geçen tür, günümüzde John Wick ile tam da bu ekolün izinden giderek ikinci baharını yaşıyor. Derek Kolstad bu ekolün yeni halkasında zekice bir adım daha atıyor. Liam Neeson’lu filmlerde “abi adamın yine kızını kaçırmışlar intikam alıyor” diye dalga geçildiğinin farkına vararak, bu kez aileyi çocuklar, eş, ebeveyn sarmalından çıkararak, bir köpeği bu aileye dahil ediyor. Ve ailenin bir ferdi olan köpeği için yargı dağıtan John Wick hayvanların yaşam haklarının savunulduğu bu yeni dünyada, Chuck Norris’in “Yalnız Kurt McQuade”de kurdunun intikamını almasından tam 35 yıl sonra eski değerleri hatırlatıyor ve hepimizin kahramanı oluyor. 2014’de sinemalarda gayet sıradan bir biçimde vizyona giren John Wick’i ilk izlediğimizde insanları bu filmi ıskalamaması konusunda uyarmıştık. Sinema alışkanlığı olmayan kitle elbette sözümüzü dinlemedi. O yıl “John Wick” ve “Kingsman: The Secret Service” sinemalarda yalnızca bir avuç sinemaseveri büyüleyerek vizyonda sessiz sedasız gösterime girdi ve sessiz sedasız gösterimden kalktı. Elbette filmleri televizyonda ve orada burada izleyen seyirci profilinin bu iki filmi keşfetmesi üç beş ay sonra olacaktı. O andan itibaren John Wick efsanesi ağızdan ağıza yayıldı ve bugün artık çok büyük bir hayran kitlesine sahip. “John Wick 3”e bakacak olursak seriyi son bir iki yılda keşfedenlerin yoğun ilgi gösterdiği bir film var ortada. Markanın oturması, herkesçe tanınması, heyecan, hayranlık ve ilgi uyandırması çok hoşuma gidiyor. Tüm filmleri sinemada seyreden serinin müdavimleri açısından ise ikinci filmde evrenini genişleterek yükselişe geçen seri, üçüncü filmde pek çok açıdan düşüşe geçiyor. Ama bu biraz da intikam moduna geri dönülecek olan dördüncü film için bir hazırlık. Yani bu tam bir geçiş ve oyalanma bölümü. Yukarıda da söylediğimiz üzere “John Wick 3” artık bir intikam filmi değil. “John Wick 2”nin izinden giderek “The Fugitive, Kaçak” misali bir kaçış filmi olma özelliğini koruyor. Avın kendisi olan Wick, “Çok Aşığın Var Diyorlar” şarkısını anımsatan “Çok Düşmanın Var Diyorlar” alt metniyle harekete geçtiği anlarda kendisi için ava çıkanları bir güzel avlıyor. “John Wick” 20 M Dolarlık bütçesini, ikinci filmle 40 ve bu üçüncü filmle 55 M Dolara çıkardı. ABD standartlarında böyle mütevazı bütçelerle böyle sıkı bir aksiyon klasiği yaratmak gerçek bir yazar, yönetmen ve yapımcılık hüneridir. John Wick 3’de senaryo ve yapım tasarımı uyumu yine bir arada çalışıyor ve bu kez ilk iki filmden bir adım öteye giderek aksiyonu açılışa taşıyarak zıpkın gibi bir başlangıç sunuyorlar. Klasik anlayışta genelde bir iki dakikalık kısa bir gövde gösterisi sayılan bir açılış sekansı izleriz. Sonra girişin devamı ve serim bölümlerinde yarım saat boyunca tempo düşer. Büyük gösteri hep daha ileriye saklanır. Bu klişeyi kıran filmler ise her zaman etkili bir iz bırakır. 2017’de yine 20 Milyonluk son derece mütevazı bütçesiyle “The Hitman’s Bodyguard” çok sıkı bir ilk yarım saatle seyirciyi büyülemişti. Genelde filmin ilk yarısında baş vurulan ve bütçeyi de rahatlatan dialog bölümlerini ise filmin ortasına yığmış, finalde yine aksiyonun durmadığı bir son yarım saat sunmuşlardı. “John Wick” ikinci yarısıyla bunu beceremese de ilk yarısıyla bu formülü başarıyla uyguluyor. Bu anlamda film tempolu bir giriş yaparak 3 iyi açılış sekansını peş peşe sıralıyor. Kütüphane, bıçak camekanlı koridor ve ahır sekansları, zekice tasarlanmış, kısa ama doyurucu aksiyon sekansları. 2000lerin sonunda bir at çiftliği dizisi yazarken, binicilik kulübündeki ustalardan bir söz duymuştum: “Biniciliği iki yoldan öğrenirsin, ya benim yanımda durarak benden, ya atın arkasından durarak attan. Eğer attan öğrenmek istersen arka ayakları tam bir ton vurur!” Film bana bu sözü anımsattı. Bir tonluk sahneler gerçekten mükemmel ve sırf o anları izlemek için bile filme yeniden gitmeyi düşünüyorum. Bu filmde “John Wick”in bir parçası haline gelen otomobili artık yok. Onun yerine Wick’in Mustang otomobil yerine kanlı canlı bir ata bindiği kısa ama harika sekans, marka metaforu olarak da şık ve zekice. Ancak film bu ilk yarım saatten sonra dağılıyor ve bolca konuşmaya yöneliyor. Matrix’deki Neo ve arkadaşları göndermesi için seçilmiş Laurence Fishburne, yine Deliyürek’deki “Kuşçu” karakterinin New York versiyonuyla karşımıza çıkıyor. Hikaye New York’dan Casablanca’ya ve oradan da çöllere uzanıyor ve buralarda karşımıza çıkan Halle Berry’nin karakteriyle uzun konuşmalar artık tam uykumuzu getirmek üzereyken, vahşi kurt köpekleriyle harmanlanmış kapışma sekansı filme olan ilgiyi yeniden ayağa kaldırıyor. Bu da filmde gördüğümüz son iyi numara oluyor. CGI ile desteklenmiş köpekler “The Day After Tomorrow”daki kurt saldırısı sekansından bu yana bize sinemadaki en sert CGI numaralarından birini sunuyor. Zaten filmdeki sertlik dozu hayli yüksek. John Wick bıçaklarını “yok artık oraya saplamaz” dediğimiz yerlere de saplıyor. Filmin son yarım saati ise tek düze tasarlanmış, B tipi aksiyon filmlerinde benzerlerini çok gördüğümüz, ucuz bir vurdu kırdı tantanasından öteye maalesef geçemiyor. Jackie Chan’in 1998’de yazıp oynadığı “Who Am I?” filmi Amsterdam’da geçen çatı finaliyle akıllara kazınmış bir efsanedir. Chan bu finalde, iki kişiyle eş zamanlı olarak tam 15 dakika dövüşür ve bu bitmek bilmeyen sekans boyunca ustalıkla çalışılmış koreografi seyirciyi zevkten adeta bayıltır. “John Wick”in benzer finali ise “Who Am I” ve daha nice modern klasiğin yanına bile yanaşamıyor. Yine de tüm bu dövüş sekanslarının ortasında yer alan Keanu Reeves’in tam 55 yaşında olduğunu unutmamak ve kendisine ekibiyle birlikte bir şapka çıkarmak gerek. Aslına bakarsanız bu filmde bir senaryo problemiyle karşılaşacağımı bilerek gittim. Çünkü yapım aşamasında filmin kadrosuna baktığımda, ilk iki filmi tek başına yaratan ve sırtlayan yazar Derek Kolstad’a bu filmde başka yazarlar entegre edildiğini gördüm. Bu iki anlama geliyordu. Ya Derek hikayede tıkanmıştı ve ona yeni açılımlar için destek düşünülmüştü. Ya da stüdyo iyi bir senaryoyu yetersiz bulup pişmiş aşa su katmışlardı. İlk iki filmdeki tek yazarın ortaya çıkardığı sonuç bu filmde daha kalabalık bir yazar kadrosuyla kotarılamamışsa genelde ikinci seçenek hayata geçmiştir. Stüdyolardaki beyaz yakalıların 2000ler sonrası pek çok projeyi berbat ettiği hesaba katılırsa dilerim dördüncü filmde Derek Kolstad hikayesini yine tek başına anlatır. Serinin ikinci filminde görüntü yönetmenliği koltuğunu devralan, iki film arasında geçen sürede akademi ödüllü “Shape Of Water” ve “Proud Mary”nin de sinematografı olan 65 yaşındaki usta Dan Laustsen bu filmde de ayrıcalıklı bir işçilik çıkarmış. Siyahın, gökkuşağının tüm parlak renkleriyle birleştiği lekeler yaratarak seyirciye harikulade bir fotoğraf atmosferi sunuyor. Sırf bu ışık oyunlarını dev perdede görmek için bile filmi sinemada izlemenizi öneriyorum. Filmin müzik seçimlerinde elektronik alt yapı ile desteklenmiş ana tema versiyonlarının yanı sıra yine Vivaldi’nin dört mevsiminden güzel esintiler duyuyoruz. Vivaldi’yi bir pusula olarak merkeze oturtursak, dördüncü filmde kış mevsiminin bu kez güçlü bir fırtına eşliğinde kuzeyi göstermesini heyecanla bekliyoruz. Herkese iyi seyirler...  

twitter takip