Yiğit Güralp
Yaratıcı Yapımcı, Yazar

Marriage Story: 'Yapmıyorlar Artık Öyle Filmler'

ABONE OL

Netflix’in 2019 sonunda seyirciyle buluşturduğu andan itibaren yılın en çok konuşulan filmlerinden biri olmayı başaran “The Marriage Story” / “Evlilik Hikayesi”nin neden bu denli sevildiği ile ilgili düşündürücü notlar. Yiğit Güralp sizin için yazdı: “Yapmıyorlar Artık Öyle Filmler” KENDİ ROTASINI ÇİZEN, İSTİKRARLI BİR HİKAYE ANLATICISI 51 yaşındaki Yazar, Yapımcı ve Yönetmen Noah Baumbach 1995’de yazarak anlatmaya başladığı hikayelerinin artık yönetmenliğine ve yapımcılığına da soyununca, giderek yükselen bir ivmeyle istikrarlı ve akılda kalıcı bir külliyat ortaya çıkmaya başladı. Son 15 yıl içinde “The Squid And The Whale”, “The Meyerowitz Stories” gibi filmlerinde farklı kuşaklardan yıldız oyuncuları bir araya getirerek aileyi ve ilişkileri anlatan yapımlar ortaya koyan Baumbach, yine aynı sularda yüzen bir Netflix filmiyle daha 2 yıl aranın ardından seyirciyle buluştu. Aynı oyuncularla yeniden bir araya gelebilen bir çalışma rutini oluşturmaya da özen gösteren Baumbach, son filmi “Marriage Story”de daha önce “Frances Ha”da çalıştığı Adam Driver ile bu defa Scarlett Johannson’u bir araya getiriyor ve 2019’un en çok konuşulan filmlerinden biri ortaya çıkıyor. NESİNİ SEVDİN ALLAH AŞKINA BU FİLMİN Bir film çok konuşulmaya başlanınca beraberinde hemen bir kavga ve huzursuzluk ortamı doğuyor. “Ben sevdim” ve “ben sevmedim” cepheleri birbiriyle çekişmeye başlıyor. 2019’da “Sinemanın Yeni Yüzyılı” söyleşi zincirimle pek çok öğretim kurumuna gittim. Özellikle “İletişim Fakültesi” öğrencilerinin koskoca bir evren olan sinemayı “Marvel ve Scorsese Çekişmesi”, “Joker Olmuş mu?”, “Tarantino Çöp mü?” ve “Recep İvedik En Son Kaç Oldu” sığ sularına sıkıştırıp, birer sinemacı adayı oldukları halde bu üç dört başlık dışında hiçbir şey konuşmadıklarına ve sormadıklarına şahit oldum. Şüphesiz bunun adı sinema konuşmak değil. Bu bir geyik muhabbeti. Toplumdaki ayrışmanın sinema üzerinden vücut bulmuş hali. Son derece avam, alabildiğine de sığ. Belki pazarlamanın böyle bir niyeti olabilir ama sinemanın böyle bir amacı olduğuna inanmıyorum. Ve kimi sinema yazarlarının bunun bazen bir tarafı ya da parçası olduğunu görmek de ayrıca üzücü. “Marriage Story” filmi de biraz fazlaca beğenilince, beğenmeyenler tarafından “şu filmin bu kadar nesini sevdin Allah aşkına?” sorusu ortaya çıktı. Seyirci de kendince bunun cevabını vermeye çalışıyor. Ancak bunu yaparken her zaman düştüğü hataya düşerek, izahını filmin konusu ya da hikayesi üzerinden yapıyor. Sinema pek çok farklı elementten oluştuğu halde onu sadece hikayesi, senaryosu ya da avam tabirle “konusu” üzerinden okumak ve değerlendirmek de kurtulmamız gereken diğer bir hastalık olarak sürekli önümüze çıkıyor. VALLAHİ YENİ BİR ŞEY ANLATMIYOR, AMA… Brooklyn doğumlu Noah Baumbach’ın, bir başka hemşerisi Woody Allen’ın New York filmlerinin hayranı olduğu ortada. Bu filmin L.A. ve New York ikilemi başta olmak üzere, mutfaktaki ıstakoz sahnesinden, mutfaktaki tebligat sahnesine kadar sayısız ortak noktalarıyla bir çeşit “Annie Hall” izleri taşıdığını görmezden gelmek imkansız. Bir önceki filmi “The Meyerowitz Stories”de Dustin Hoffman ile çalışmasından tut, bu filmdeki pek çok detaya ve hatta afişe kadar “Kramer Kramer’e Karşı” filminin de Baumbach’da özel bir yeri olduğu aşikar. Özneyi bulmak için yükleme kim sorusunu sormak misali, “filmin nesini sevdin?” sorusuna cevap verebilmek için, “bu film ne anlatıyor?” sorusunu sormak faydalı olabilir. Tam da bu noktada itiraf etmeliyiz ki film vallahi yeni bir şey anlatmıyor. Yukarıda saydığımız filmlerde ve nice filmde defa kez anlatılan bir hikayeyi bir kez daha anlatıyor. Ama hani “ne anlattığın kadar nasıl anlattığın da önemlidir” derler ya, işte film bu noktada bir deneme yapıyor. Hep anlatılan tanıdık hikayeleri bu defa farklı bir efekti devreye sokarak, algılarımızda özlemini duyduğumuz bir duyguyu uyandırmaya oynuyor ve bunu da başarıyor: Görsel Nostalji YAPMIYORLAR ARTIK ÖYLE FİLMLER Nostaljiyi bir dönem filmi ile yaşatmak yerine, günümüzde geçen klasik bir hikayeye nostaljik görsel kodlar koyarak da zihninizdeki kablonun bir ucunu bugüne diğer ucunu o yıllara bağlamak ve içinizdeki “Yapmıyorlar Artık Öyle Filmler” özlemini tetiklemek ve siz hiç farkına bile varmamışken sizi bu konuda tatmin etmek mümkün. Baumbach görsel olarak bize o yılların filmlerini anımsatacak bir atmosfer kuruyor. “Marriage Story” görüntü yönetmeni, sanat yönetimi ve kostüm departmanının seçimleriyle 70ler, 80ler, 90lar karması bir klasik gibi görünüp algılanmayı başarıyor. Bu kıymetli bir hüner ve filmin bir büyüsü varsa, yaratılan etkinin büyük kısmı bu üç ekibin filmin yaratıcısıyla uyumlu iş birliğine ait. Noah önceki filmi “The Meyerowitz Stories”de de aynı sinematograf ile çalışmıştı (Robbie Ryan) ve ortaya yine seyirciye bir klasik izliyormuş hissini güçlü bir biçimde veren harika bir iş çıkarmışlardı. Fakat bu defa işleri bir kat daha büyütüyor, kostüm tasarımında “The Artist”, “Joker”, Phantom Thread”, “8 Mile”, “The Italian Job”, “Be Cool”, “Silver Linings Playbook”, “Captain Phillips”, “Magnolia”, “Boogie Nights” gibi pek çok ayrı türden büyük filme imza atan Mark Bridges gibi bir sihirbazla çalışıyor. Oscar tahminleri yapılırken, En İyi Kostüm Tasarımı Ödülünü hangi adayın kazanacağı konuşmalarında genelde klasik bir geyik muhabbeti vardır. İhtişamlı bir dönem filmi hangisiyse hemen en güçlü adayın o olduğu söylenir. Hani şu meşhur “ama kostümler felan çok güzel hayatım” kafası. Herhangi bir filmin yapım süreçlerinde bulunmamış kimselerin otoriteliğe soyunduğu bu tür sohbetler ne yazık ki kostüm tasarımında başarının pek çok farklı değişkene bağlı olduğu bilgisinden uzak kalır. “Marriage Story” belki bir dönem filmi değil ama yaratıcı ekip; Woody Allen’ın özel hayatında ve filmlerinde sürekli Ralp Lauren’ın Polo koleksiyonundan giyinmesi misali, filmde adeta yeni bir marka yaratıyorlar ve modern ama nostaljik bir çizgi yakalıyorlar. Kadifenin, yünlü kumaşların, tüvit ceketlerin, fotoğrafın içinden fışkırırcasına ve uzanıp dokunma hissi yaratırcasına bir doku oluşturması filmdeki gerçeklik hissini, nostaljik renklerin sıcaklığıyla birlikte arttırıyor. 35 MM ile çalışılan yıllardaki dokuyu, pek çok görsel seçimle destekleyen fotoğraflar dünü anımsatan ama günümüzde geçen ve bugün kadar gerçek ama günümüzün soğukluğuna karşın geçmiş kadar sıcak bir atmosfer yaratıyor. Kimi uyarlamalar için Türkiye’deki yapımcılara da vaktiyle bir yöntem olarak önerdiğimiz bu inceliklere bizde kulak asılmasa da dünyada başarıyla uygulandığını görmek ayrıca iyi hissettiriyor. Filmin anlattığı her şeyi bir yana bırakın. Sinemada eğer fotoğrafları ve fotoğrafların içine yerleştirilen detayları izlemenin bıraktığı etkiye inanıyorsanız ortada ara ara yeniden açıp seyir ve his uyumuyla izleme arzusu uyandıran bir film var. Keşke bir film konuşulurken özellikle sinema çevreleri tarafından bunlar da konuşulsa. Böylece filmi seven ama bu son derece basit görünen filmde aslen neyi sevdiğini tanımlayamayan, adını koyamayan insanlar için de bu metinler, konuşmalar bir şekilde yol gösterici olur. Tüm bunlara baktığımızda işin ilginç yanı da şu. Büyük usta Martin Scorsese’nin “The Irıshman”de onca dev bütçe ve teknolojiyle sinematografide yakalayamadığı ruhu (çünkü çoğu büyük dönem filminin de hastalığı olan her şeyin fazlasıyla cilalı ve sahte görünmesi problemi var), Noah Baumbach günün imkanlarıyla Martin Scorsese’nin gençliğinde peliküle aktarabildiği fotoğrafların havasını yakalayarak filmine ruh, his, büyü ve gerçeklik atmosferlerini bir arada katabiliyor. YÖNETİCİ BEY KARAKTERLER YANMIYOR 80lerin başında reklam kuşağında animasyon denemeleri çok popülerken TRT’de bir izolasyon reklam filmi vardı. Apartmanda ısınamayan herkes yöneticiye sızlanarak “kaloriferler yanmıyor, yönetici uyuyor mu?” diye serzenişte bulunurlardı. Sinema ve özellikle senaryo çevrelerinde karakterlerin seyirciye iyice tanıtılmasının gerekliliği dikte edilir. Bu dikte öyle yaygınlaşmıştırki seyirciye kadar ulaşmıştır. Seyirci de artık anlasın ya da anlamasın ısınamadığı bir filmle ilgili yorum yaparken “karakterler bize tanıtılmadı, karakterlere ısınamadık” gibi şeyler söylerler. Oysa sinema her sanat dalı gibi bir empati aracıdır. Yolda hazin bir kaza görünce bu kazanın etkilerini anlamak, kazazede ile empati kurup onunla özdeşlik kurmak için ille de kendisini tanımanız gerekmez. Eğer insansanız, kazanın bizzat kendisi empati kurmanız için yeterlidir. Yani her filmde karakterleri enine boyuna tanımanız gerekmez. Çünkü filmin meselesi bu olmayabilir. Sizi; yaşananları anlamaya, oluşan durumlarla özdeşlik kurmaya, olaylara tanık olmaya davet ediyor olabilir. Noah Baumbach zeki bir hikaye anlatıcısı. Otoritelerin ve otoritelerin deforme edip kafasını patates tarlasına çevirdiği seyircinin bu tür şeylere dikkat ettiğini bildiğinden olmalı risk almamış, bu geyikle dalga geçercesine karakterlerini tanıtmak için zekice bir yol seçmiş. Filminin açılış sekansında, ayrılma arifesine gelmiş çiftin gittiği aile terapisti, onlardan birbirlerini yazılı bir metinle anlatmalarını istiyor. Bu metinler sayesinde seyirciye karakterleri bir diğerinin gözünden görme imkanı sunuyor. Film iki tarafın da bu yazılı metniyle başlıyor. Ve filmin finalinde bu metin oyunu, hikayeyi bağlayan unsur olarak şık biçimde seyirciyi selamlıyor. ROMAN GİBİ FİLM ŞEKERİM Filmle ilgili en çok şahit olduğum yorum filmin roman tadında olması. Bunun anlamı filmin sürekli biçimde her sahnede yoğun dialog içeriyor olması. Yine meşhur sinema ve senaryo otoriteleri bir filmin yoğun biçimde diyalog içermesini avamlık ve bir kusur olarak görürler. Evet sinema daha ziyade göstererek anlatma sanatıdır ve eğer bir şeyi gösterebiliyorsan onu açıklamak yerine göstermen çok daha şık olur ancak bu yeryüzündeki insanların hiç konuşmadığı anlamına da gelmiyor. Sinemayı yani sanatı tek tipleştiren ve onu sürekli olarak kurallar silsilesiyle tanımlamaya çalışan otoritelerin bu ve benzeri yersiz mesnetsiz kafa ütülemelerine aldırmayan “Marriage Story” sürekli konuşan ve hiç susmayan karakterleriyle, üstelik kimi yerlerde tirat dahi atarak da bir filmin gayet de etkileyici olabileceğini gösteriyor. Çünkü gerçek hayatta bazı ortamlarda çok konuşulur. Ve hatta gereksiz konuşulur. Bazen bunu yansıtmak da gerçekliğin bir parçası olur. Baumbach, tiyatro ekibinin rabarbalarında iyi de bir ses miksajı ve ses tasarımıyla bu atmosferi de başarılı biçimde kuruyor. BİZE UNUTULMAZ BİR AN YARAT Sinema aynı zamanda seyirciye unutamayacakları anlar verme sanatıdır. Bu anlardan bir filmde ne kadar çok yaratabiliyorsanız filminiz o kadar kalıcı olur. Film çevrelerinin seyircinin kafasını ne derece karıştırdığından bolca söz ettik, film çevresi olmaya çalışanları da unutmayalım. Bu, “olmaya çalışanlardan” bir tanesinin sosyal medyada “oyuncuların senaryoya bağlılık ilkesini” hayret verici bulması, onları normalde doğaçlama yapıyor zannetmesi üzerine yaptığı bir paylaşımla dalga geçile geçile filmin en çok konuşulan ve popüler olan anı haline gelen tartışma sahnesi, yaratılan ölümsüz anlardan en önemlisi. Bir filmin yapım aşamasında hiç bulunmamış insanların, “zannetme” yani “öyle sanma” üzerine yorum yapması film yorumlarının en matrak yanı olmaya başladı. Profesyonel setlerde senaryoya bağlılık esastır. Set öncesi bolca okuma provası yapılır. Bu okuma provalarında oyuncuların da kimi replikleri daha akıcı ve çarpıcı biçimde söyleyebildiği versiyonlar ortaya çıkar. Ve senaryo bu biçimde revize edilerek tümüyle sadık kalınması gereken son haliyle son bir kez daha basılır. Yaratma işi sete pek bırakılmaz. Bir dağcılık deyimiyle set zirvedir. Zirvede çok durulmaz. Çünkü zirvede fırtına olabilir, her şey olabilir. Zirveye çıkınca zirve defteri imzalanır ve en kısa sürede inilir. Set de milyon dolarların aktığı bir yerdir. Set öncesinde bolca okuma provası, kamera provası yapılır ve artık sete aylardır üzerinde çalışılan fotoğrafları kaydetmek üzere gidilir. Elbette sette de sorunlar çıkabilir. Yaratıcılık bu sorunları çözmek için devreye girebilir. Filmin tartışma sahnesi iyi yazılmış, iyi prova edilmiş ve iyi performanslarla iyi kaydedilmiş bir sahne. Avukat Nora’nın “Hristiyan inanışında anne ve baba olmanın kökleri” ile ilgili attığı tirat, liberallerin kadın hareketiyle güçlü bir lobiyi etkin kılmak ve diri tutmak istedikleri bu yıllarda filmin senaryosuna adaylıklar getirebilecek en can alıcı unsurlardan biri. Geçirdiği zor çocuklukta kendi başına büyümek için güçlü olmak zorunda kalmış, belliki çocukluğunu yaşayamamış, uzun boylu, kapılardan sığmayan dağ gibi bir adam olan erkek karakterin tartışma sahnesi esnasında çocukça hırçınlaşarak yerlere diz çöküp ağlaması, onu kendi derdini bile unutarak bu kavgada dahi sakinleştiren, finalde onun bağcıklarını bağlayarak baba oğul iki erkek çocuğu oyun oynamaya gönderen, kısacık boylu, ufak tefek ama kendi iç çatışmalarıyla çalkalansa da objektif olmaktan ödün vermeyen güçlü kadın karakter bende önemli izler bıraktı. Cast seçimi de bu anlamda kusursuz. Güçlü ve belalı avukat karakterlerin seçimlerinde usta oyuncuların göründükleri sahnelerde bıraktıkları etkiler unutulmaz. İncelememizi her yazımın sonuna koyduğum paragrafla bitirelim. Film yazıları ve notları, at yarışı ya da yatırım bültenleri gibi, hangi filmi izleyip, hangi filmi izlemeyeceğinizle ilgili ip ucu veren sığlıkta metinler değildir. Sizler de filmleri ne birisi tavsiye etti diye izleyin, ne de birisi olumsuz eleştiriler yaptığı için görmemezlik edin. Çünkü size anlamlı gelen bir başkasına anlamsız gelebileceği gibi başkasına doyurucu gelen ise size yetersiz gelebilir. Kimseye aldırmadan filmlere gidin, izleyin ve kendi fikriniz oluşsun. Sonra diğer insanların fikir ve yorumlarıyla kendinizinkileri karşılaştırın. Sinema üzerinden sosyalleşmek, gelişmek, birbirimizi anlayıp iletişim kurabilmek dediğimiz tam olarak budur ve ancak bu şekilde mümkün olur. Herkese iyi seyirler.   Yiğit Güralp Twitter: YigitGuralp Instagram: yigitguralp

twitter takip